TÜRKLÜK ONURUMUZDUR
   
 
  Türkçemizi Yozlaştıran Nedenler
Dil, insanlık tarihiyle ortaya çıkmış ve zaman içerisinde değişim geçirerek kendisini geliştirmiş bir olgudur. Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan doğal bir araç, kendisine özgü kanunları olan ve ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar sistemi seslerden örülmüş sosyal bir kurum olarak tanımlanabilir.[1] İnsan, yapısı itibarıyla sosyal bir varlıktır. Anlamak ve anlatmak ihtiyacı içindedir. Varlığını devam ettirebilmek için iletişim kurmak zorundadır. İletişimin en önemli unsuru kuşkusuz dildir. Çünkü kendini ifade edebilmenin en kolay ve hızlı yolu dili kullanmaktır. "Ulus" kavramının baş unsurlarından biri yine dildir. Çünkü aynı coğrafyada yaşayan, aynı ortak gayeleri paylaşan yani bir ulusu oluşturan bireylerin duygu ve düşüncelerini paylaşmak ve ortak amaçlarda buluşmak için ortak bir dile ihtiyaçları vardır. Bu gereksinimden dolayı dil, insanları sıradan topluluklar olmaktan kurtarıp onlara bir ulus kimliği kazandırır. Tarih boyunca ve günümüzde her işin işleyişinin iletişime bağlı olduğu düşünülecek olursa bir topluluğun ulus olabilmesi için en önemli ihtiyacının ortak bir dil olduğu anlaşılacaktır. Prof. Dr. Muharrem Ergin, dili "içtimai ve millî bir müessese" olarak nitelendirirken bu konuyu şöyle değerlendirir: "Cemiyetlerin en büyük dayanağı dildir. Bir cemiyeti ayakta tutan, bir cemiyetin varlığını sağlayan, devam ettiren, bir cemiyette sarsılmaz bir birlik yaratan müessese olarak dilin oynadığı rol çok büyüktür. Bu bakımdan dil, milleti teşkil eden unsurların başında gelir. Bir milleti, bir kavmi bazen tek başına ayakta tutar, millî benliği muhafaza ederek onu yok olmaktan, eriyip başkalaşmaktan kurtarır. Demek ki dil, bir milletin en büyük millî müessesesidir."[2] Bilindiği gibi diller insanlarla ortaya çıkar ve onlarla birlikte gelişim gösterir. Bundan dolayı, ortaya çıktıkları coğrafya, dili kullanan ulusun sosyal, ekonomik ve kültürel değerleri o dilin niteliğini belirler. Kısacası her dil, onu kullanan insanların aynasıdır. Bu yüzden her dil çeşitli farklılıklar gösterir. Bu farklılıklar, dilin üç temel öğesini şekillendirir. Dilin üç temel öğesi şunlardır: Ses, biçim ve anlam. Farklı topraklarda değişik şekillenen ve anlam bulan dillerin çeşitliliği, dil ile insan arasındaki sıkı ilişkiye bağlıdır. Uzak Doğu'daki insanlarla Avrupa'daki insanların sesleri farklı şekillendirmeleri de yine bu çeşitliliğin sonucudur. Çünkü dil ve insan birbirinden ayrı değerlendirilemez ve her dil yaşam bulduğu toprakların izlerini taşır. Tarih boyunca her ulusun yaptığı gibi Türk ulusu da yaşam bulduğu topraklarda kendine özgü bir dil oluşturarak bu dili geliştirmiştir. 1. TÜRKÇE'NİN ORTAYA ÇIKIŞI VE TARIHÎ GELİŞİM SÜRECİ Yazı dili olarak en az 1300 yıllık bir geçmişi olduğu düşünülen Türkçe'nin konuşma dili tarihi çok daha öncelere dayanır. Bunun en büyük kanıtı, Türk yazı dilinin ele geçen ilk örneklerinden olan Orhun Yazıtları'nın metinleridir. Bu metinlerdeki dil yeni ortaya çıkmış bir yazı dili olarak değil çok işlenmiş ve gelişmiş bir yazı dili olarak karşımıza çıkmaktadır.[3] Metinlerde kullanılan dilin işlekliği, akıcılığı, dildeki soyut kavramlar için kullanılan sözlerin özellikleri ve kimi ölü dillerdeki söz benzerliği göz önüne alındığında Türkçe'nin dört - beş bin yıllık bir konuşma dili tarihine sahip olduğu anlaşılacaktır.[4] Bu durum, Türk dilinin çok eski zamanlardan beri bir ulus dili olduğunun en önemli kanıtıdır. Tahminî olarak dört - beş bin yıllık bir geçmişi olduğu düşünülen ve ele geçen ilk metinleri VIII. yüzyıla ait olan Türk yazı dili, ortalama XIII. yüzyıla kadar temel olarak bu şekliyle kullanılmaya devam etmişti. "Eski Türkçe" adını verdiğimiz bu dönem, Türk yazı dilinin ana kaynağıdır. Ancak dil doğrudan insana dolayısıyla da topluma bağımlı olduğundan toplumsal olaylardan etkilenmesi kaçınılmazdır. Nitekim 751 yılında, Araplar ile Çinliler arasında geçen Talas Savaşı'nda Çin'e karşı Arapların yanında yer alan Türkler, Araplar ile etkileşim içine girmiş ve bu etkileşim sonucunda İslamiyet'i benimsemiştir. Türklerin İslamiyet'i kabul etmesinden sonra Kur'an'ın dili Arapçanın Türkçe üzerinde etkileri görülmeye başlanmıştır. Ulusların etkileşim içinde bulundukları diğer toplumların dillerinden de etkilenmeleri doğaldır. Ancak burada din unsuru Arapçanın Türkçe üzerinde yavaş yavaş fakat gittikçe yoğunlaşan bir etki bırakmasına neden olmuştur. Öte yandan bu sürecin devamında, doğuda kültürel anlamda çok güçlü bir medeniyetin dili olan Farsça, dilimizi özellikle de edebiyatımızı çok ciddi bir biçimde etkileyerek Türkçe üzerindeki baskılarını artırmaktaydı. Arapça ve Farsçanın zamanla Türkçe üzerinde artan baskılarının Türk dili adına olumsuz sonuçları olmuştur. Örneğin, bir zümre edebiyatı olarak nitelendirebileceğimiz divan edebiyatının özellikle XV yüzyılın sonlarından başlayarak verdiği görüntü, halk dilinden tamamen kopuk, sadece belli bir kesime hitap eden bir edebiyat şeklindedir. Yazı dili ile konuşma dili arasında oluşan büyük farklılıklar, aydınlarının yazdıklarını anlayamayan bu yüzden de kendisini geliştiremeyen bir toplumun yetişmesine neden olmuştur. Osmanlı Devleti'nin imparatorluk düzeyine ulaşması; toprakların büyümesi, devlete tabi olan ulusların çeşitlenmesi ve aynı zamanda ortak bir ulusal dilin kaybolması anlamına geliyordu. Nitekim Türk yazı dilinin "Osmanlıca" olarak adlandırdığımız bu devresi, Arapça, Farsça ve bu dillerin istilasına uğramış bir Türkçe'nin karışımından oluşan son derece yapay bir yazı dilinin şekillendiği ve ulusal dilin kaybolmaya başladığı bir dönemdir. Pek çok dil bilimciye göre Osmanlı İmparatorluğu'nun duraklamasına ve çökmesine, siyasi, ekonomik, askerî etkenlerin yanında dildeki bu bozulma da neden olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun yükseliş çizgisi XVI. yüzyılın sonlarında aşağıya doğru inmeye başlamıştı. XVII. yüzyılın başlarında gittikçe hızlanan bu iniş, Karlofça (1699) ve Pasarofça (1718) Antlaşmaları ile belgelendikten sonra yöneticiler, Batılıları daha yakından tanımak amacıyla Batı'ya yöneldiler.[5] Bu yöneliş, imparatorluğa pek çok yenilik getirmekle birlikte özellikle Tanzimat'tan (1839) sonra Türkçe için yeni bir tehlike beliriyordu: Fransızca! Türk aydınları arasında 1839'dan önce başlamış olan Fransızca öğrenme çabalarının bu tarihten sonra çok daha arttığı görülür.[6] Fransız kültüründen ve edebiyatından etkilenen aydınların bunu edebiyatımıza dolayısıyla da dilimize yansıtmaları uzun sürmedi. Osmanlı'nın Batı'ya kapılarını ardına kadar açtığı bu dönem sadece ulusal değerler ve kültür için değil, dil için de ciddi bir tehlike barındırıyordu. Ancak Fransızca, Türkçe üzerindeki etkisini daha sonra göstermiştir. Bu dönemde dil ve edebiyatta daha çok olumlu bir etkileşimden söz etmek mümkündür. Fransız İhtilali'nin dünyaya yaydığı milliyetçilik akımının ve halka yönelmenin etkisiyle ana diline karşı bir duyarlılık da oluşmuş-tur. Halk diline yönelme düşüncesini benimseyen aydınların, halka ulaşmanın en kolay yolu olan gazeteyi kendi düşüncelerine göre şekillendirmeleri, gazeteleri dilde değişimin öncüsü konumuna getirdi. Bu dönemde, Şinasi, Ahmet Vefik Paşa, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet Mithat, Ali Suavi gibi aydınlar bu akımın öncüleri oldu. Ancak Tanzimat'ın yarattığı bu özgürlük ortamı çok da uzun sürmedi. 1878'de, II. Abdülhamit'in meclisi kapatmasıyla sadece Tanzimat'ın getirdiği bireysel haklar kaybedilmedi aynı zamanda Tanzimat öncesi var olan "tek adam" yönetimi çok sıkı bir dönüş yaptı. "İstibdat Dönemi" olarak adlandırılan bu dönemde, içlerinde hürriyet tohumları yeşermiş olan genç aydınlar büyük bir baskı altında tutuluyor, bu da onları sosyal olaylardan alabildiğine uzak bir sanat anlayışına itiyordu. Türk edebiyat tarihinde "Servetifünun (Edebiyat-ı Cedide)" olarak adlandırılan bu dönem, Fransız-canın etkilerinin yoğun biçimde görülmeye başlandığı bir dönemdir. Dönem yazar ve şairlerinin eserlerinde Arapça ve Farsçaya çok yoğun olarak yer vermeleri, daha önce hiç duyulmamış kelime ve tamlamalar kullanmaları dönemin dilini tıpkı divan edebiyatı'nda olduğu gibi ya-paylaştırarak konuşma dilinden uzaklaştırmıştır. Dönemin en önemli iki temsilcisi olan Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin'in eserlerinde Servetifünun Türkçesinin izleri açıkça görülmektedir. Biçimde Batı, dilde Arapça ve Farsça etkisinin görüldüğü bu dönem, Türkçe'nin ağır yara aldığı dönemlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Olumlu veya olumsuz her siyasi ve sosyal olaya olduğu gibi İstibdat yönetiminin getirdiklerine karşı da sesler yükselmeye başlamış; Ahmet Rıza, Dr. Abdullah Cevdet, Dr. Akil Muhtar, Dr. İbrahim Tema, İshak Sukutî ve Tunalı Hilmi gibi gençlerin 1889'da kurdukları İttihad ve Terakki Cemiyeti, meşrutiyet rejimini yeniden ortaya çıkarmak için çalışmalarda bulunmuştur. Yurt içinde ve dışında yoğun bir şekilde çalışarak geniş topluluklara ulaşmayı başaran bu cemiyet en sonunda İkinci Meşrutiyet'in ilan edilmesini sağlamıştır. (23 Temmuz 1908) 1908, Türk dil tarihi açısından da son derece önemlidir. İkinci Meşrutiyet'in ilan edilmesinden sonra "Osmanlıcılık" ve "İslamcılık" fikirlerinin Balkan Savaşı'nda çürümesiyle aydınlar, devletin devamı için yeni bir yön belirlediler: "Türkçülük". Bu akım, tarih ve dil esasına dayandırılarak geliştirildi. Tarihî açıdan "Bütün Türklük" fikri benimsenirken Türkçe açısından çok önemli çalışmalar yapılmaya başlandı. Aslında bu fikir bazı aydınların kafasında çok daha önce şekillenmiş, hatta bu konuda yapılan ilk çalışmalarla bu fikrin adımları daha o zamanlarda atılmaya başlanmıştır. Bu fikrin ilk adımı olarak Ahmet Vefik Paşa'nın "Lehçe-i Osmanî" adlı sözlüğünü ve bu sözlüğün ön sözünü kaydetmek yerinde olur.7 Buna ek olarak Şem-seddin Sami'nin "Kamûs-ı Türkî" ve Bursalı Tahir'in "Türklerin Ulûm ve Fünûna Hizmetleri" adlı eserleri, bu fikri geliştirmeye çalışan eserlere örnek olarak gösterilebilir. 1908'den sonra Türkçülük hareketi, dernekler ve yayın organları kurarak teşkilatlanmaya başlar. "Türk Derneği", "Türk Yurdu" gibi dernekler ve bunların çıkardığı yayınlarda, benimsedikleri düşünceler doğrultusunda Türkçeye ciddi bir yöneliş başlar. Birinci Dünya Savaşı süresince hareketin lideri konumunda olan Ziya Gökalp'in çabaları ve 1911 yılının Nisan ayında, Selanik'te çıkmaya başlayan "Genç Kalemler" dergisinin dil anlayışı bunun en büyük göstergesidir. Bu derginin ilk makalesinden başlayarak ortaya koyduğu en büyük amacı, yazı dili ile konuşma dili arasındaki ikiliği kaldırarak halka yönelmektir. Bu dava etrafında toplanan aydınlar, Türkçede yenilenmenin sağlanmasıyla sosyal kalkınmanın gerçekleşeceğini savunmuşlardır. Derginin baş yazarlarından Ömer Seyfettin'in bu derginin ilk sayısında yayımladığı "Yeni Lisan" adlı makalesi, aynı zamanda bu hareketin adı olmuştur. Adı geçen makaleye göre sosyal kalkınma öncelikle dilin yalınlaşmasıyla gerçekleşecektir. Dilin yalınlaşması ise şu esaslara bağlıdır: 1. Arapça ve Farsça dil bilgisi kurallarının kullanılmaması ve bu kurallarla yapılan tamlamaların -bazı istisnalar dışında- kaldırılması, 2. Arapça sözcüklerin dil bilgisi yönünden asıllarına göre değil, Türkçedeki kullanılışlarına göre değerlendirilmesi, 3. Arapça ve Farsça sözcüklerin Türkçede söylendikleri gibi yazılmaları, 4. Bütün Arapça ve Farsça sözcüklerin atılmasına gerek olmadığından bilimsel terim olarak Arapça ve Farsça sözcüklerin kullanılmasına devam edilmesi, 5. Diğer Türk lehçelerinden sözcük alınmaması, 6. Konuşma dilinde İstanbul şivesinin esas tutulması. İşte bu esaslar etrafında biçimlenen "Yeni Lisan" hareketi, yüzyıllar boyunca yabancı dillerin etkisinde olan Türk dilini ve edebiyatını yeniden özüne döndürme ve aydınlar ile halk arasındaki duvarları yıkarak ulusal bir bütünlük sağlama çabasıdır. Ömer Seyfettin ile birlikte akımın lideri konumunda olan Ziya Gökalp, "Lisan" adlı şiirinin son dörtlüğünde, Türkçe'nin Türkçülük üstündeki etkisini şöyle dile getirmiştir: "Türklüğün vicdanı bir, Dini bir, vatanı bir, Fakat hepsi ayrılır, Olmazsa lisanı bir." Gökalp'in de belirttiği gibi insanlar arasında birliği sağlamanın yolu, öncelikle dilde birliği sağlamaktan geçiyordu. Bu yüzden "Türkçülük" akımı, dil olgusuna sıkı sıkıya sarılmıştır. Bu dil anlayışının çevresinde biçimlenen dönem edebiyatı da dil anlayışına koşut olarak "Millî Edebiyat" olarak adlandırılmıştır. Dildeki ve edebiyattaki bu uyanış, siyasi uyanışla birleşince Türk tarihi açısından çok önemli bir adım atılmış ve Millî Mücadele'nin tohumları bu dönemde yeşermeye başlamıştır. Ulu Önder Mustafa Kemal ATA-TÜRK'ün 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkmasıyla başlayan Millî Mücadele döneminde, sömürgeci devletlerin işgal planları altında çökmeye yüz tutmuş bir imparatorluktan, ulusal bağımsızlığı esas alan yeni bir Türk devleti kurulmuştur: Türkiye Cumhuriyeti! Türkiye Cumhuriyeti'nin temelinin atılmaya başlandığı Kurtuluş Savaşı sırasında ve yeni Türk devletinin şekillendiği sonraki dönemde, egemenliğin kayıtsız şartsız ulusa verildiği bir yönetim biçimi benimsenirken doğal olarak ulusal bir dil anlayışı geliştirilmiştir. Özellikle Millî Mücadele'nin mimarı ve yeni Türk devletinin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK'ün Türkçeye yaklaşımı, dönemin dil anlayışını belirlemiştir. Dilin gücünü çok iyi kavrayan ATATÜRK, gerek ulusal kurtuluş mücadelesi döneminde gerekse cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra Türkçe üzerine özenle eğilmiş ve bu konudaki çalışmalara öncülük etmiştir. Ekim 1923'te, cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra sıra sosyal yaşamı biçimlendirmeye gelmişti. ATATÜRK ilkeleri doğrultusunda gerçekleştirilen inkılaplarla, sosyal yaşamın yanı sıra Türk dili için de önemli adımlar atılmıştır. Türkçedeki yabancı sözlere, yabancı dil birimlerine karşı en sistemli, en etkili ve sonuç verici çalışma Cumhuriyet döneminde olmuştur. Türkçe'nin bilim dili hâline gelmesi düşüncesi, Cumhuriyet döneminde gerçekleşmiştir. Türkçe üzerinde bilimsel çalışmalar da bu dönemde yoğunluk kazanmıştır. Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde ortaya çıkan ve giderek artan dil tartışmaları, Cumhuriyet döneminde de sürmüştür. Türkiye Cumhuriyeti'nde dilin bir devlet politikası hâline gelmesi ve bu alanda yapılan atılımlarla Türkçe'nin yeni bir evresi başlamıştır. Yıllardır tartışılan konular ve çözüm bekleyen sorunlar, Cumhuriyet döneminde ATATÜRK'ün önce alfabe daha sonra da dil alanında yaptığı devrimlerle çözülmüştür.8 01 Kasım 1928'de Harf Devrimi gerçekleştirilmiş; Latin harflerinin kabul edilmesiyle hem Türkçe hem de Türkiye için yeni bir dö nem başlamıştır. Milliyetçilik ilkesi doğrultusunda, ATATÜRK'ün talimatıyla 12 Temmuz 1932'de kurulan Türk Dil Kurumu, bu anlayışın en büyük eserlerindendir. Dilin doğru kullanılmasının ulus için büyük önem taşıdığını ifade eden Mustafa Kemal, Türkçe'nin doğru kullanılmasının gerekliliğini şu sözleriyle vurgulamıştır: "Millî his ve dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır." Ulu Önder, benimsediği bu dil anlayışıyla, dilimizin özüne uygun bir biçimde kullanılması yönündeki çalışmaları sürekli desteklemiştir. Cumhuriyetin ilanından sonra dilimiz, bu dönemde yerleşen anlayışa koşut bir gelişim göstermiş ve uzunca bir süre yabancı dillerden büyük ölçüde etkilenmemiştir. 2.GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİ VE YENİDEN BAŞLAYAN YOZLAŞMANIN AYAK SESLERİ 1980'lerin başlarına kadar Cumhuriyet dönemi dil anlayışını büyük oranda korumayı başarabilmiş olan Türk dili, bu tarihlerden itibaren yeniden bozulmaya başlamıştır. Makalenin başında da belirtildiği gibi dil insanların aynasıdır. İnsan değişirken dilin aynı kalması olanaksızdır. 1980'lerden sonra çok hızlanan teknolojik gelişim, iletişimi kolaylaştırarak dünyada uzaklıkları ortadan kaldırmıştır. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)'nin dağılmasıyla dünyada güç dengeleri değişmiş, özellikle ekonomi ve iletişim anlamında kendini göstermeye başlayan "küreselleşme" olgusu, ulus-devlet yapısını tehdit ederken ulusal dil anlayışı için de ciddi bir tehlike oluşturmuştur. Teknolojik gelişimdeki bu hız, pek çok yeni nesnenin (video, klavye vb.) henüz adlarını bile koyamadan yaşamımıza aniden girmesine neden olmuştur. Türkçe, bu gelişmenin hızıyla yarışamamış, pek çok yabancı sözcüğün hücumuna uğramıştır. Bu geliş-meler ışığında yetişen, ulusal dilin ve değerlerin korunmasının önemi hakkında iyi eğitilemeyen yeni nesil, teknolojik gelişim sürecinde yaşamımıza giren bu kültürel yayılmacılığa karşı kapılarını sonuna kadar açmıştır. Bununla beraber kurumlar, yerel yönetimler ve aka önemli unsurudur. Dilini kaybeden uluslar yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Bu yüzden dili korumak, ulusal bütünlüğü korumak anlamına gelir. Bu anlayışa sahip çıkan Türk Dil Kurumu, Genelkurmay Baş-kanlığı ve TRT, Türkçe'nin doğru ve etkin kullanılması ve korunması amacıyla önemli çalışmalar yapmakta ve bu alanda atılan adımları desteklemektedir. Böyle çalışmaların artması, dilimizin varlığının sürmesi açısından çok önemlidir. SONUÇ Tahmini olarak dört - beş bin yıllık bir geçmişe sahip olduğu düşünülen Türkçe, bizim topraklarımızda doğmuş, suyumuzla yeşermiştir. Duygu ve düşüncelerimizle beslenmiş; Türk ulusuyla birlikte gelişmiştir. Atalarımızın yarattığı ve tarih içinde gelişerek günümüze ulaşan ana dilimiz, ulusumuzun yeryüzündeki aynasıdır. Türk ulusunu var eden en önemli unsurlardan biridir. Bu nedenle dilimizi titizlikle korumalı, onu doğru kullanmaya özen göstermeliyiz. Değişen dünya düzeni içinde ulusal kimliğimizi koruyabilmek için dilimize ve kültürümüze sahip çıkmak zorundayız. Bu anlayış doğrultusunda, Türkçe'yi korumak adına aşağıdaki adımlar ve benzerlerinin atılmasının yararlı olacağı düşünülmektedir. - Yazı dili kullanılırken Türk Dil Kurumunun son yayımladığı Türkçe Sözlük ve Yazım Kılavuzu esas alınmalı, - Yazılı görsel ve işitsel basında Türkçe'nin doğru ve etkin kullanılmasına özen gösterilmeli, - Toplum, Türkçe'nin doğru ve etkin kullanılması konusunda bilgilendirilmeli, eğitilmeli ve bilinçlendirilmeli, - Yabancı dillerden dilimize giren sözcükler yerine bunların Türkçe karşılıkları kullanılmalı (Bu hususta, Türk Dil Kurumunun hazırladığı "Yabancı Sözcüklere Türkçe Karşılıklar" adlı eserden yararlanılabilir.), - Genel Ağ ortamında Türkçe'nin doğru kullanılıp kullanılmadığı denetlenmeli, - Yazılı ve görsel basından yararlanılarak dilimizin doğru kullanımını özendirici çalışmalar yapılmalı, - Çocukların bu konudaki eğitimine çok küçük yaşlarda başlanmalı ve ana dil bilinci, toplumun her bireyine çocuk yaşta kazandırılmalı, - Ürün ve işletme adlarının Türkçe olmasına dikkat edilmeli, yetkili kurumlar tarafından konuyla ilgili titiz denetlemeler yapılmalı, - Dilimizin köklü tarihi ve güzellikleri tüm dünyaya tanıtılmalıdır. Bu tür çalışmalar geliştirilip Türkçe'nin yozlaşarak kaybedilmesine engel olunmalıdır. Unutulmamalıdır ki her ulusun bir tek dili vardır ve dil ulusal bütünlüğün temelidir. Dipnotlar: [1] - Prof. Dr. Muharrem Ergin; Türk Dil Bilgisi, Bayrak Basım/Yayım/Tanıtım, Istanbul, 2000 [2] - s. 3. I age.; s. 5. [3] - age.; s. 13. [4] - Prof. Dr. Ş. Halûk Akalın; "ATATÜRK Döneminde Türkçe ve Türk Dil Kurumu", http://turkoloji.cu.edu.tr. [5] - Kenan Akyüz; Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, Inkılâp Kitabevi, Istanbul, s. 5. [6] - age.; s. 20. [7] - age.; s. 165. [8] - Akalın; http://turkoloji.cu.edu.tr İzlediğiniz bu içeriğin bağlantı adresi: http://www.heddam.com/index.asp?H=8658
TÜRK MÜSÜN? DİLİNİ TÜRKÇELEŞTİR!
 
Göktürkçülük
 
Göktürkçülük: Kemalizm'in altı ilkesini benimsemiş ve Kemalist ideolojinin Türkçü yaklaşımlarla 21. yy' da güçleneceğini savunan ve Mustafa Kemal Atatürk'ün ömrünün son günlerini uğruna adamış olduğu Orta Asya Türk tarihi ve dilini yeniden gündeme taşımayı amaç edinmiş bir düşünce akımıdır.

 
"Türklüğün unutulmuş uygar özelliği ve büyük uygar yeteneği, bundan sonraki gelişimi ile, geleceğin yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğacaktır."
Mustafa KEMAL ATATÜRK
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol