TÜRKLÜK ONURUMUZDUR
   
 
  Ergenekon Destanımız
Türk'ün Yeniden Dirilişi: «Ergenekon» Destanımız!Türk'ün Yeniden Dirilişi: «Ergenekon» Destanımız! Ergenekon Destanı, Türk destanlarının içinde ayrı ve seçkin bir yeri olup, en büyük Türk destanlarından biridir ve 21 Mart NEVRUZ Bayramımızla perçinlenmiştir. Ergenekon Destanı'nın, Türk toplum yaşamında yüzyıllarca etkisi olduğu gibi, bugün bile Anadolu'nun dağlık köylerinde, birtakım gelenek ve göreneklerde etkisi görülmektedir. Ergenekon Destanı, Bozkurt Destanı'nın ana çizgileri üzerine kurulmuş olup, bu destanın serbestçe genişletilmiş biçimidir diyebiliriz. Daha doğrusu Bozkurt Destanı ile kaynağını belirleyen Türk soyu, Ergenekon Destanı ile de gelişip güçlenmesini, yayılış ve büyüyüş dönemlerini anlatmıştır. Çin tarihlerinin de yazmış olduğu Bozkurt Destanı'nın bittiği yerde, Ergenekon Destanı başlar. Bozkurt Efsanesi'nin devamı, Ergenekon Destanı'dır. Ergenekon Destanı, Cengiz Han çağında moğollaştırılmıştır. Ancak bu efsanenin kökleri ve ana motifleri, açıkça Kök Türkler ile ilgilidir. Kök Türk Devleti, MS 6.yy.dan itibaren bir cihan imparatorluğu olmuş ve 200 yıl yaşamıştır. Böyle büyük ve güçlü bir devletin, ilkel Moğollar'dan bir efsane alıp kökenlerini ona dayandırması mümkün değildir. Ayrıca, Ergenekon Destanı'nın ana motiflerinden biri, Demirci'dir. Destanda demirci, dağda demir madeni bulur ve Türkler bu demir madenini eriterek Bozkurt'un önderliğinde Ergenekon'dan çıkarlar. Unutmamak gerekir ki, Göktürkler'in ataları da demirci idiler. Onlar en iyi çelikleri işler, başka devletlere silah olarak satarlardı. Göktürkler'in ataları, demir cevherleriyle dolu dağların eteklerinde türemişler, demirleri eriterek yeryüzüne çıkmışlardı. Sonradan kendilerinin de demirci olmaları bundan ileri gelmektedir. Göktürkler'in temel toprakları olan Altay ve Sayan dağları, zengin demir madenlerinin bulunduğu bir yerdi. Burada çıkan demirin yüksek cevherli olması ve Türkler tarafından mükemmel bir biçimde işlenmesi, çağın Türk savaş endüstrisinin en önemli özelliği idi. Göktürkler çağında Türkler'in işlettikleri demir ocakları ve dökümevleri bulunmuştur. Göktürkler demirden ürettikleri kılıç, kargı, bıçak gibi savaş araçlarının yanında yine demirden saban, kürek, orak gibi tarım araçlarını yapmakta da usta idiler. Oysa, Göktürklerden tam beş yüzyıl sonra, yine Türklerle birlikte olmak üzere bir devlet kuran Moğollar, demirciliği bilmezlerdi. Cengiz Han zamanında Moğollar'a elçi olarak gönderilen Çin'deki Sung sülalesinin generali Men Hung, yazmış olduğu "Meng-Ta Pei-lu" adlı ünlü seyahatnamesinde, Moğollar'ın Cengiz Han'dan önce maden işlemeyi bilmediklerini, ok uçlarını bile kemikten yaptıklarını, Moğollar'a demir silahların Uygur Türkleri'nden geldiğini anlatmaktadır. Zaten Moğollar, demirciliği Uygur Türkleri'nden öğrenmişlerdir. Aslında demircilik, o çağın Moğol düşüncesine göre büyücülere özgü korkunç bir sanattı. Ayrıca Bozkurt, Türkler'in kutsal hayvanıdır. Moğollar'ın kutsal hayvanı köpektir. Ergenekon Destanı'nda Türkler, Ergenekon ovasından çıkmak istediklerinde yol bulamazlar. Çare olarak da dağların demir madeni içeren bölümlerini eritip bir geçenek açmayı düşünürler. Demir madenini eritmek için dağların çevresine odun-kömür dizilir ve yetmiş deriden yetmiş körük yapılıp yetmiş yere konulur. Yedi ve yetmiş sayıları, dokuz ve katları ile birlikte, Türkler'in mitolojik sayılarındandır. Moğollar'ın mitolojik sayıları ise altı ve altmıştır. Destanda altmış yerine yetmiş sayısına yer verilmesi, bu efsanenin Moğolca bir metinden öğrenilmemiş olduğunu, Türkler'e ait olduğunu gösterir. Mağaralar, Türk mitolojisinde ve Türk halk düşüncesinde önemli bir yer tutarlar. Bu, yalnızca Göktürk efsanelerinde, Bozkurt ve Ergenekon destanlarında değil, Anadolu'daki masallarda da böyledir. Göktürk efsanelerinin, Bozkurt ve Ergenekon destanlarındaki motiflerin ufak değişikliklere uğramış örneklerini, Anadolu efsanelerinde de bulabiliriz. Hatta islami hikayelerde bile: Bir Anadolu efsanesinde peygamberin torunu (?) Muhammed Hanefi, önüne çıkan bir geyiği kovalar. Geyik bir mağaradan içeri girer. Muhammed Hanefi de geyiğin arkasından mağaraya girer. Mağaradan geçerek büyük bir ovaya varır ve burada Mine Hatun'la karşılaşır. Dikkat edilirse, bu Anadolu efsanesindeki mağara, Bozkurt'un hayatta kalan tek Türk gencini götürdüğü mağaranın ve mağaradan çıkılan ova da yine Bozkurt Destanı'ndaki kurdun, yaşayan tek Türk gencini mağaradan geçerek götürdüğü ovanın aynısıdır. Ayrıca yine bu ova, Ergenekon Destanı'ndaki Kayı ile Tokuz Oguz'un yurt tuttukları ovanın aynısıdır. Altay Türkleri'nin efsanelerinde de Bozkurt ve Ergenekon destanlarının izlerini görmek mümkündür. Bir Altay efsanesinde, bir bahadır avlanırken karşısına çıkan geyiği kovalamağa başlar. En sonunda bir Bakır-Dağ'ın önüne gelirler. Baştan başa bakırdan yapılmış olan dağ birden açılır ve geyik açılan delikten içeri girer. Genç bahadır da geyiği izler. Az sonra geyik kaybolur. Efsanenin devamında bahadır türlü canavarla, iyi yürekli yaşlı kişilerle, çok güzel kızlarla karşılaşır. Bu Altay efsanesinde de aynı mağara ve mağaradan geçilerek ulaşılan ova motifleri vardır ve bu Altay efsanesi, Muhammed Hanefi'nin efsanesine belirgin bir biçimde benzemektedir. Altay masal ve efsanelerinde bu tür öykülerin daha mitolojik biçimde olanları da vardır. Asya Büyük Hun Devleti'nde, bizzat Hun hakanının başkanlık ettiği törenler vardır. Bu törenlerden en önemlisinde, devletin ileri gelenleri toplanarak Ata Mağarası'na giderler ve orada, hakanın başkanlığında dini törenler yapılır, atalara saygı gösterilir. Aynı törenler, Göktürk Devleti'nde de yapılagelmiştir. Bu adı geçen Ata Mağarası, Bozkurt'un Türk gencini düşmandan kaçırıp sakladığı ve Ergenekon'a ulaştırdığı mağaradır. Ancak bugün, bu mağaranın yeri bilinmiyor. Tabgaçlar da kayaları mağara biçiminde oyarlar ve burada yere, göğe, ata ruhlarına kurban sunarlardı. Bu kurban töreninden sonra da, çevreye kayın ağaçları dikilir, o bölgede kutsal bir orman oluşturulurdu. Asıl önemli olan nokta ise, bütün milletçe bunlara inanılması ve devletin de bu efsaneye saygı göstermesidir. Ayrıca, Aybek üd-Devâdârî'nin anlattığı, Türkler'in kökenine ilişkin "Ay-Ata'm Efsanesi"nde de mağara ve mağarada türeme motifi vardır. Bu efsanede de, Türkler'in ilk atası olan Ay Ata, bir mağarada meydana gelir. Ay Ata Efsanesi'ndeki mağara, ilk ataya bir ana rahmi görevi görmüştür. Ergenekon Destan'ı, Türkler'in yüzyıllarca çift sürerek, av avlayarak, maden işleyerek yaşayıp çoğaldıkları, etrafı aşılmaz dağlarla çevrili kutsal toprakların öyküsüdür. Ergenekon Destanı'nın önemli bir çizgisi, Türkler'in demircilik geleneğidir. Maden işlemek, demirden ve en iyi çelikten silahlar yapmak, Eski Türkler'in doğal sanatı ve övüncü idi. Ergenekon Destanı'nda Türkler, demirden bir dağı eritmiş ve bunu yapan kahramanlarını da ölümsüzleştirmişlerdir. Ergenekon Destanı ilk kez, Cengiz Han'ın kurmuş olduğu Türk-Moğol Devleti'nin tarihçisi Reşideddin tarafından saptanmıştır. Reşideddin, "Câmi üt-Tevârih" adlı eserinde Ergenekon Destanı ile ilgili geniş bilgiler vermektedir. Fakat Reşideddin, -yukarıda da değinildiği gibi- bir Türk destanı olan Ergenekon Destanı'nı moğollaştırmıştır (Ergenekon Destanı'nın nasıl moğollaştırıldığı hakkında Prof.Dr.Bahaeddin Ögel'in, Türk Mitolojisi [1.cilt, 59-71. sayfalar] adlı yapıtında geniş bilgiler vardır). Ergenekon Destanı, Hıve hanı Ebulgazi Bahadır Han'ın 17.yy.da yazmış bulunduğu "Şecere-Türk" (Türkler'in Soy Kütüğü) adlı esere de kaydedilmiştir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Kurtuluş Savaşında'ki Anadolu'yu, Ergenekon'a benzeterek aynı adı taşıyan bir kitap yazmıştır. Ergenekon Destanı'nda Bozkurt, öteki Türk destanlarında da olduğu gibi, ön planda ve baş roldedir. Bu kez Türkler'e yol göstericilik, kılavuzluk yapmaktadır. Bir rivayete göre Türkler, Ergenekon'dan 9 Martta çıkmışlardır. Başka bir rivayet ise bu tarihi 21 Mart (Nevruz BayramıMIZ) olarak verir. Öyle anlaşılıyor ki, Ergenekon'dan çıkış işlemleri 9 Martta başlamış, 21 Martta da tamamlanmıştır. Destan aşağıda özetlenmiştir: Türk illerinde Türk oku ötmeyen, Türk kolu yetmeyen, Türk'e boyun eğmeyen bir yer yoktu. Bu durum yabancı kavimleri kıskandırıyordu. Yabancı kavimler birleştiler, Türkler'in üzerine yürüdüler. Bunun üzerine Türkler çadırlarını, sürülerini bir araya topladılar; çevresine hendek kazıp beklediler. Düşman gelince vuruşma da başladı. On gün savaştılar. Sonuçta Türkler üstün geldi. Bu yenilgileri üzerine düşman kavimlerin hanları, beğleri av yerinde toplanıp konuştular. Dediler ki: "Türkler'e hile yapmazsak halimiz yaman olur !" Tan ağaranda, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar. Türkler, "Bunların gücü tükendi, kaçıyorlar" deyip artlarına düştüler. Düşman, Türkler'i görünce birden döndü. Vuruşma başladı. Türkler yenildi. Düşman, Türkler'i öldüre öldüre çadırlarına geldi. Çadırlarını, mallarını öyle bir yağmaladılar ki tek kara kıl çadır bile kalmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdiler, küçükleri tutsak ettiler. O çağda Türkler'in başında İl Kagan vardı. İl Kagan'ın da birçok oğlu vardı. Ancak, bu savaşta biri dışında tüm çocukları öldü. Kayı (Kayan) adlı bu oğlunu o yıl evlendirmişti. İl Kagan'ın bir de Tokuz Oguz (Dokuz Oğuz) adlı bir yeğeni vardı; o da sağ kalmıştı. Kayı ile Tokuz Oguz tutsak olmuşlardı. On gün sonra ikisi de karılarını aldılar, atlarına atlayarak kaçtılar. Türk yurduna döndüler. Burada düşmandan kaçıp gelen develer, atlar, öküzler, koyunlar buldular. Oturup düşündüler: "Dörtbir yan düşman dolu. Dağların içinde kişi yolu düşmez bir yer izleyip yurt tutalım, oturalım." Sürülerini alıp dağa doğru göç ettiler. Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da öylesine sarp bir yoldu ki deve olsun, at olsun güçlükle yürürdü; ayağını yanlış yere bassa, yuvarlanıp paramparça olurdu. Türkler'in vardıkları ülkede akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, yemişler, avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı'ya şükrettiler. Kışın hayvanlarının etini yediler, yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye "ERGENEKON" dediler. Zaman geçti, çağlar aktı; Kayı ile Tokuz Oguz'un birçok çocukları oldu. Kayı'nın çok çocuğu oldu, Tokuz Oguz'un daha az oldu. Kayı'dan olma çocuklara Kayat dediler. Tokuz'dan olma çocukların bir bölümüne Tokuzlar dediler, bir bölümüne de Türülken. Yıllar yılı bu iki yiğidin çocukları Ergenekon'da kaldılar; çoğaldılar, çoğaldılar, çoğaldılar. Aradan dört yüz yıl geçti. Dört yüz yıl sonra kendileri ve süreleri o denli çoğaldı ki Ergenekon'a sığamaz oldular. Çare bulmak için kurultay topladılar. Dediler ki: "Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtlar varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasını araştırıp yol bulalım. Göçüp Ergenekon'dan çıkalım. Ergenekon dışında kim bize dost olursa biz de onunla dost olalım, kim bize düşman olursa biz de onunla düşman olalım." Türkler, kurultayın bu kararı üzerine, Ergenekon'dan çıkmak için yol aradılar; bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki: "Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat demire benzer. Demirini eritsek, belki dağ bize geçit verir." Gidip demir madenini gördüler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın altını, üstünü, yanını, yönünü odun-kömürle doldurdular. Yetmiş deriden yetmiş büyük körük yapıp, yetmiş yere koydular. Odun kömürü ateşleyip körüklediler. Tanrı'nın yardımıyla demir dağ kızdı, eridi, akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak denli yol oldu. Sonra gök yeleli bir Bozkurt çıktı ortaya; nereden geldiği bilinmeyen. Bozkurt geldi, Türk'ün önünde dikildi, durdu. Herkes anladı ki yolu o gösterecek. Bozkurt yürüdü; ardından da Türk milleti. Ve Türkler, Bozkurt'un önderliğinde, o kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününde Ergenekon'dan çıktılar. Türkler o günü, o saati iyi bellediler. Bu kutsal gün, Türkler'in bayramı oldu. Her yıl o gün büyük törenler yapılır. Bir parça demir ateşte kızdırılır. Bu demiri önce Türk kaganı kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Sonra öteki Türk beğleri de aynı işi yaparak bayramı kutlarlar. Ergenekon'dan çıktıklarında Türkler'in kaganı, Kayı Han soyundan gelen Börteçine (Bozkurt) idi. Börteçine bütün illere elçiler göderdi; Türkler'in Ergenekon'dan çıktıklarını bildirdi. Ta ki, eskisi gibi, bütün iller Türkler'in buyruğu altına gire. Bunu kimi iyi karşıladı, Börteçine'yi kagan bildi; kimi iyi karşılamadı, karşı çıktı. Karşı çıkanlarla savaşıldı ve Türkler hepsini yendiler. Türk Devleti'ni dört bir yana egemen kıldılar. Ergenekon Destanı Kaçınız bilirsiniz, biz nerelerden geldik Atamız Kayan gibi, dağlardan akan seldik Bugün anlatacağım, geldiğimiz yerleri O dağları, taşları, ovayı, nehirleri İyi dinleyin beni, ki yaşayın o anı Öyle anlatayım ki, unutmayın o anı İyi bilin, öğrenin, anlatın unutmadan Tek sözü eksiltmeden, bir kelime katmadan İl Han Kağan baştaydı, kuvvetliydi Gök Türkler Savaşa doymuyordu, heyecanlı yürekler Okunun ötmediği, kılıcın yetmediği Millet kalmış mıydı ki, tek mağlup etmediği Bir de Sevinç Han vardı, Moğolların başında Yaşını da bilirim, İl Han Kağan yaşında Diş geçirememişti, yiğit Türk çerisine İlerlemişti Türkler, Moğol içerisine Sevinç Han dayanamaz, mektup yollar dört yana Der ki: "Türkler düşmandır, hem bana hem de sana." Toplanıp çevre beyler, varırlar bir karara Birleşmeli hep birden, açmalı Türk'te yara Haber alır İl Han'ım, geldi savaşın çağı Beş bin ordu birleşse, sönmez Türk'ün ocağı Gök Türkler yener yine, şaşırır karşı beyler Hele bir görün bakın, Sevinç Han şimdi neyler Bırakıp hayvanları, kaçar Moğol ordusu Bu ne anlama gelir, sorulmamış sorgusu Türkler başlar şölene, hem yeyip hem içmeye Ama Moğol uyumaz, gelir kanım içmeye Ani bir baskın olur, bir bir düşer Türk eri Her yan cesetle dolar, ayrık gövdeyle seri İki alp er çarpışır, adları Kayan, Tukuz Unutma biz bir yaydan, atılan dokuz okuz Kayan, kağan oğluydu, dağdan akan sel gibi Tukuz, kağan yeğeni, gökten esen yel gibi Gözlerinin önünde, yok oldu budunları Atlayıp da atlara, kaçtılar kadınları Kaçtılar dediysem ben, sanmayın ki korkudan Beyleri emretmişti, ar denilen duygudan Almıla idi biri, Bengül de ötekisi Gittiler Kutlu Dağ'a, at üstünde ikisi Kayan ve Tukuz, bitik; yığıldılar toprağa Türk'ün bu helal kanı, feda olsun bayrağa Sevinç Han geri döndü, Türkler öldü sanarak Bir kahkaha patlattı, manzaraya kanarak Derken bir kıpırdanma, Tukuz kalktı ayağa Taşıdı Kayan'ı da, kuytuda bir oyuğa Almıla ile Bengül, döndüler sonraki gün Ama kaçmalıydılar, öz vatanından sürgün Yiğitleri yaralı, halleri yok ölmeye Ne ölmeye hal kaldı, ne de bir tek gülmeye Kutle Dağ'a vardılar, kaldılar bir kaç gece İyileşti yiğitler, gezdiler gündüz gece Aradılar o kadar, sonunda da buldular Bu korkulu yaşamdan, sonunda kurtuldular Lakin bu yerin yolu, geçit vermez pek kolay O anda oluverdi, o ne muhteşem olay Bir bozkurt peyda oldu, düştü dördün önüne Yol gösterdi onlara, bu cennetin içine Öyle bir yer ki ora, Kök Tanrı'dan hediye Kapattılar geçidi, yağı bulmasın diye Dediler buraya ad, koyalım "Ergenekon" ("Ergene": "dağ kameri"; ve "diklik" demektir "kon"...) Asena'nın kurtları, girdiler güzel yurda Hepsi duacıydılar, o yol gösteren kurda Kağan soyunda gelen, Kayan önderleriydi O demirden kurt başlı bayrak gönderleriydi Ergenekon onlara, yurt oldu tam dört yüz yıl Hatırla o günleri, sarhoşluğundan ayıl Dört yüz yıl çoğaldılar, yaşlıları ölürken Boy boy oldu Tukuzlar, Kayat ve de Türülken Tukuzlar ve Türülken, atalarıdır Tukuz Sonra da bu iki kol, oldular Dokuz Oğuz Kayat; soyu Kayan'ın, kağanlar hep bu boydan Çıkmadılar töreden, hepsi de aynı soydan Şölen yaptılar her yıl, anarak kutlu günü Unutmadılar bir an, ne yağıyı ne dünü Dört yüzüncü şölende, kağandı Börte Çine Türk'ün öç duyguları, bir başka coştu yine O savaşta olanlar, Gök Türk'üme ar gelir Sığmaz oldu tümenler, Ergenekon dar gelir Ama burdan çıkmanın, bir çaresi yok muydu Demirden dağı gören, o tarihte yok muydu Bütün halk arar oldu, kurtuluşun yolunu Gözler hep tarar oldu, hem sağını solunu Bir çocuk çoban vardı, yiğit Tirek adında O ne kaval çalardı, bu on yedi yaşında Bu Tirek çalmaz sanki, kavalıyla inlerdi Çalmaya başlayınca, bütün oba dinlerdi Kavalıyla dosttu o, üflerdi sevdasını Kattı Ergenekon'dan, bir çıkış arzusunu Gök gözlü bir kök böri, varıp geldi önüne Sonra yavaaaş yürüdü, bir çıplak dağ yönüne Tirek eve dönünce, anlattı demirciye Dedi: "Ey bilge kişi, bu kurt gelir de niye?" Demirci hazırlandı, sabah Tirek'le gitti Düştü kurdun peşine, dağ önünde yol bitti Anladı ki demirci, bu dağ saf demirdendir Ve bu gök tüylü böri, ulu Kök Tengri'dendir Dönüp anlattı Han'a, bütün bu olanları Demir dağı eritip, yol açmak planları Yığdılar odun, kömür ve devasa körükler Bu son umutlarıydı, çıkmalıydı Gök Türkler Dualar eşliğinde, yakıldı koca ateş Sonunda eridi dağ, sevindi bacıkardeş Bir öncü yolladılar dışarıya bakmaya Sabırsızdı Gök Türkler, öz yurduna akmaya Öncü giden dönünce, mutlu haber verince Tuğlar kalktı havaya, bu ereğe erince Çıkıp Ergenekon'dan, dost ile dost oldular Varıp atayurduna, yiğitçe öç aldılar Yüzlerce yıl solmadan, hep tomurcuk verdiler Dirlik düzen içinde, yaşayıp yeşerdiler Ateşte demir dövüp, her yıl hiç unutmadan Yaşattılar o günü, hem de hiç aksatmadan... * * * Ozan Çu-çu anlattı, size kutlu destanı Siz de anlatasınız, gence dostu düşmanı Sözümüz uzun oldu, lakin gönülden oldu Giden bir kaç dakika, yine ömürden oldu...
TÜRK MÜSÜN? DİLİNİ TÜRKÇELEŞTİR!
 
Göktürkçülük
 
Göktürkçülük: Kemalizm'in altı ilkesini benimsemiş ve Kemalist ideolojinin Türkçü yaklaşımlarla 21. yy' da güçleneceğini savunan ve Mustafa Kemal Atatürk'ün ömrünün son günlerini uğruna adamış olduğu Orta Asya Türk tarihi ve dilini yeniden gündeme taşımayı amaç edinmiş bir düşünce akımıdır.

 
"Türklüğün unutulmuş uygar özelliği ve büyük uygar yeteneği, bundan sonraki gelişimi ile, geleceğin yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğacaktır."
Mustafa KEMAL ATATÜRK
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol